2 Mayıs 2014 Cuma

 Doğuştan İlk Çocukluk Çağının Sonuna Kadar:


Rousseau “insan yavrusu  zayıf  doğar,  yardıma  ihtiyacı  vardır”,  demektedir.  İhtiyacımız  olan yardımı eğitimden  alırız.  Yaşamak  için  gereksinim  duyduğumuz  her  şeyi  bize  eğitim  verir. İnsan hiçbir  şey  bilmeyerek  doğar;  neyse  ki  öğrenmeye  elverişlidir.  Öğrenmek  ömrümüzün  sonuna  dek gideceğimiz bir yola benzer. Bu yol olgunluğa giden yoldur ama asla sonu gelmez. Hiçbirimiz “Artık ben olgunlaştım” diyemeyiz.
Yaşadığımız sürece insanlar tarafından eğitiliriz ve bizi etkileyen olaylardan edindiğimiz tecrübeyle olgunlaşırız. Tecrübenin hayattaki rolüne oldukça önem veren Rousseau’ya göre, tecrübe dersten önce gelir. En çok yaşayan insan en çok yıl saymış olan değil, hayatı en çok hissetmiş olandır.
Çocukları, yeteneklerinin ortaya çıkması ve olmak istedikleri şeyi olmaları için serbest bırakmalıyız. Çocuğu üzüntüden uzak tutmak yerine ona hissetmeyi öğretmeliyiz. Onlar  bir  meslek sahibi olmadan önce insan olabilmeliler.
Bir çocuğu yetiştirmek konusunda en önemli görev anneye düşmektedir. Rousseau’da kadının ilk  görevi  çocuklarına  bakmaktır.  İlk  öğretmen  annedir.  En  çok  anne,  onun  kadar  olmasa  da  baba, evine  bağlı  insanlar  olmalıdır.  Babanın  görevi,  topluma  uygar  insanlar  ve  devlete  iyi  vatandaşlar yetiştirmektir. 18. yüzyıl Fransa’sında bazı zengin aileler parayla sütnine tutar, eğlenceye daha fazla zaman  ayırmak  için  çocukları  dadılarına  bırakırlardı.  Oysa  Rousseau  bu  tutumu  kıyasıya  eleştirir. Zorunlu  engeller  dışında,  çocuğu  mutlaka  anne  emzirmelidir  ve  çocuğuyla  herkesten  önce  kendisi ilgilenmelidir.
Yeryüzünde bir uygarlık oluşturma arzusundan yoksun olsaydık ve yavrularımızı doğdukları andan itibaren kendi hallerine bıraksaydık, yaşanacak bir hayattan da söz edemezdik. Eğer Yaratıcı bu sorumluluğu babalara yüklemiş olsaydı onlara da süt verirdi. O nedenle annelik babalıktan daha önce gelir.  Ancak  anneler  babaların  “babalık”  yapmalarının  da  kendilerine  bağlı  olduğunu  bilmelidirler. Hele bir kadınlar anne olsunlar, erkekler hemen baba ve koca olacaklardır. (Rousseau gibi 18. yüzyılda yaşamış olan düşünür, yazar ve kadın hakları savunucusu Mary Wollstonecraft, kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması gerektiğini savunurken, çocuk yetiştirmenin erkeklerin askerlik yükümlülüğü gibi  bir  vatandaşlık  sorumluluğu  olduğunu,  o  nedenle  de  devletin  bu  hizmete  bir  karşılık  ödemesi gerektiğini savunmuştur) Rousseau  çocuklarına  fazlasıyla  kol  kanat  giren  ailelere  karşıdır.  “Kimi  anne-babalar  yalnızca çocuklarını  nasıl  koruyabileceklerini  düşünürler.  Oysa  onlara  kendilerini  nasıl  koruyabileceklerini, hayal kırıklıkları ve felaketler karşısında nasıl ayakta durabileceklerini ve hayat karşısında nasıl güçlü olabileceklerini  öğretmek  gerekir.  Çocuğu  birazcık  kendi  haline  bırakmak,  abartılı  bir  ilgiyle  onu boğmaktan  kaçınmak  gerekir.  Çocuk  istese  de  istemese  de  acıyla  tanışacak  ve  bu  deneyimler  onu kuvvetlendirecektir. Örneğin, çocuklar hasta olmayı da bilmeliler. Bizi yoran ve bitkin düşüren sadece hastalığımız  değil,  hastalığa  tahammül  edemeyişimizdir.  Bu  nedenle  sabırsız,  endişeli  ve  korkak davranırız.”
Rousseau,  çocuklarınız  ağlayınca  telaşlanmayın,  der.  Çünkü  ağlayan  çocuk  kendisini  kuşatan dünya ile iletişim kurmaya çalışmaktadır. Ağlamalar çocuğun sosyalleşme yolundaki ilk adımıdır.
Rousseau,  annelere  ve  öğretmenlere  şöyle  seslenir:  Çocuğu  kurallar  içinde  boğmayın.  Örneğin, yemeğini ne zaman yemek istiyorsa o zaman yesin. O mekanik bir aygıt değildir ki hayatı dakikalarla düzenlensin. Onun hayatı ihtiyaçlarına göre düzenlenmelidir.
Siz  bebekliğinden  itibaren  çocuğunuzla  nasıl  konuşursanız  o  da  sizinle  öyle  konuşacaktır.  O nedenle  çocuğunuzla  bol  bol  konuşmanız  iyi  olur.  Çocuğun  yürümesini  ve  ilgisini  çeken  şeylere dokunmasını da teşvik etmek gerekir. Böylece kendisinden başka cisimlerin de var olduğunu öğrenir. Yürüyüp  yoruldukça  istediklerine  ulaşmak  için  çaba  sarf  etmesi  gerektiğinin  farkına  varır.  Anne- babalar  çocuklarının  bir  hizmetçisi  olmaktan  vazgeçmelidirler.  Doğal  olarak  onlara  yardım  etmeli, gerek zeka gerek kuvvet bakımından maddi ve manevi ihtiyaçları giderilmeli, iyi bir eğitim vererek eksik  yönlerini  tamamlamaları  sağlanmalıdır.  Çocuklar  ihtiyaç  duydukları  her  an  bizi  yanlarında bulacaklarından  emin  olmalıdırlar.  Fakat  çocuklara  yapılan  yardımlar  akılcı  ve  gerekli  yardımlar olmalıdır. Yetişkinler  gereksiz bir  arzuya yol  açacak davranışlardan kaçınmalıdırlar. Yani çocuklara gerçek  anlamda  özgürlük  verip  az  hükmetmek,  baskıcı  ve  aşırı  korumacı  olmaktan  vazgeçip  kendi kendilerine iş başarmalarına olanak vermek ve son olarak da başkalarına boyun eğen bir kişiliğe sahip olmalarını engellemek şarttır.

 Çocukluğun İkinci Devresi: Konuşan Çocuk Çağı:

Rousseau,   gözlemlerine   dayanarak   çocukluk   çağının   ilk   devresine   ağlamanın,   ikincisine konuşmanın hâkim olduğunu söylemektedir. “Çocuklar konuşmaya başladıktan sonra daha az ağlarlar çünkü   sözcüklerin   gücünün   farkına   varmışlardır   artık.   Duygularını   sözle   anlatmaya   çalışmak ağlamaktan daha eğlencelidir”. Çocuklar bu devrede eğer hala ağlamaya devam ediyorlarsa bu onların değil  çevrelerinin  hatasıdır.  Yapay  ağlamalar  engellenmelidir.  Kendi  öğrencisi  olarak  hayal  ettiği, kitabının kahramanı Emile’i bu duruma örnek veren Rousseau, ağlayan Emile’e uzak duracağını, ne zaman  susarsa  o  zaman  yanına  gidip  kendisiyle  ilgileneceğini  söylemektedir.  Çocuklar  işaret  ve imaların kendi üzerlerinde oluşturduğu etkiye önem verir ve ona göre hükmederler. “Çocuk gerçekten ihtiyaç  duyduğu  için  sizden  bir  şey  istediyse  hemen  yardım  edin  fakat  sırf  ağladığı  için  isteklerini yaparsanız onu sürekli ağlamaya itmiş olursunuz.” Çocuğu sık sık reddetmemek gerektiğini düşünen Rousseau,  “hayır”  denildiğinde  ise  bu  “hayır”dan  asla  dönmemek  gerektiğini  özenle  vurgular.  Bu davranışının  dayanağını  da şöyle açıklar. “Yerine getirmekte  hiçbir  sakınca  görmediğiniz isteklerini onların yalvarıp yakarmalarını beklemeden yerine getirin, sakıncalı gördüğünüz için geri çevirdiğiniz talepler için kararınızdan asla dönmeyin. Bir gün evet dediğinize diğer gün hayır demeyin. Her şeyi çok  kolay  elde  etmeye  alışan  zavallılar  hiçbir  sözü  dinlemez,  olanaksız  şeyler  isteyerek  her  tarafta muhalefet ve engelle karşılaşırlar. Hükmetme arzusu zaafla birleşince delilik ve sefalet doğar.”
İlk bebeklik döneminde özellikle annelere “çocuğunuza karşı aşırı koruyucu davranmayın” diyen Rousseau, öğrencisi Emile’i örnek vererek benzer durumdan bahseder.”Emile düşer de bir yerini incitirse soğukkanlı davranmam gerektiğini bilirim. Canı yanmıştır bir kere ve acısına katlanması gerekir. Benim telaşla yanına yaklaşmam onu daha çok korkutur ve heyecanlandırır. Çocuk kendisini mahvolmuş zanneder.”  Rousseau’ya göre, koruyucu melek gibi her zaman yardıma hazır vaziyette yanında olmak çocuğu felaketlere karşı tahammülsüz hale getirir. Oysa çocuklar tek başlarına öğrenebileceklerini anne-babalarının ya da öğretmenlerinin yardımı olmadan   öğrenmelidirler. Çocukların   tam   bir   özgürlük   içinde   yaşaması   gerekir.   Rousseau,   böyle   çocukların   kendilerini öldürdükleri  ya  da  sakatladıkları  hiç  görülmemiştir,  diyerek  evhamlı  anneleri  rahatlatır.  Annelerin, güvenlik  uğruna  çocuğu  mahkum  etmeye  hakları  yoktur.  Çocukları  kır  havası  soluyacakları  yerlere götürün, der; her gün yüzlerce kez düşse de aldırmayın. Düşüp tekrar kalkmayı kendiliğinden öğrenir ve daima neşeli olur. Oysa Rousseau’ya göre neşeli olmak çocuklara çok görülmeektedir. Çocukların pek çoğu uslu durmaları için sürekli yetişkinler tarafından uyarılırlar. Gerçi daracık dış mekanlar ve eşyalarla dolu ev ortamı çocuğun doğal olarak oyun oynamasına da izin vermez. Çocuğunuzu özgürce koşup  oynaması  için  kırlara  götürün,  der  yazarımız.  Çocukların  zamanlarını  hiçbir  şey  yapmadan özgürce geçirmelerinden endişe duymamak gerekir. Gün boyu oynasınlar varsın, oyun onları hayata hazırlar.
Rousseau,  oyun  oynamanın  çocukluğun  en  doğal  durumu  olduğunu  düşünür.  Doğal  yaşamı efsaneleştiren bir düşünür için çocuk da doğal durumundan yani oyun oynamaktan alıkonmamalıdır. Çocuklar  yaratılışlarının  gerektirdiği  şekilde  davranabilmeleri  için  serbest  bırakılmalıdırlar.  Ancak bazen   hoş   olmayan   durumlarla   da   karşılaşılabilir.   Eğer   çocuklar   uygun   olmayan   isteklerde bulunurlarsa önlerine maddi engeller çıkartmak doğru bir davranış olur. Yapmamaları gereken bir şeyi yaptıklarında  onları  bu  hareketlerinden  doğan  olumsuzluk  ile  baş  başa  bırakabilirsiniz.  Böylece hatalarını  tekrarlamaktan  kaçınacaklardır.  Bu  düşünce  özellikle  anneleri  telaşlandırabilir.  Örneğin
çocuğunuza merdivenden atlamamasını tembihlediğiniz halde atlamak istiyorsa, kendi haline bırakıp düşmesini  mi  izleyeceksiniz?  Evet,  doğrusu  da  budur  Rousseau’ya  göre.  Bu  bir  derstir.  İlk  cesaret dersleri de çocuklukta alınır. Istırap çekmek onun ilk öğreneceği ve bilmeye en fazla ihtiyaç duyacağı şeydir.  Çocuğu  dünyaya  gelen  her  insanın  çektiği  sıkıntılardan  korumak,  onu  asıl  varlığından uzaklaştırmak demektir.
Emile’de  yazdığına  göre,  Rousseau’nun  yaşadığı  yıllarda  (18.  yüzyıl)  doğan  çocuklardan ancak yarısı yetişkinliğe dek yaşayabiliyordu. Rousseau çocuk ölümlerinin bu kadar fazla olmasından son derece etkilenmişe benzemektedir. Olaya bu açıdan bakınca, çocukların erişileceği kesin olmayan belirsiz   bir   gelecek   için   eğitilirken,   çocukluk   dönemlerini   nasıl   geçirdikleri   ayrı   bir   önem kazanmaktadır. Abartılı bir ilgiyi içeren eğitim çocuğun neşe ve oyun çağını cezalar, tehditler ve esaret içinde  geçirmesine  neden  olmaktadır.  Rousseau,  evet,  der,  diyeceksiniz  ki,  çocukluk  kötü  huyların düzeltildiği disiplin çağıdır; çocuklar bu çağda sıkı bir eğitime tabi tutulurlarsa yetişkin olduklarında rahat ederler. Ama bu usullerin onlara zarar vermeyeceğini kim temin edebilir? İnsanın tüm canlılar içinde onurlu bir yeri vardır. Çocuklar da bu onuru hak ederler. Ama yetişkini yetişkin, çocuğu çocuk olarak ele almalıyız.
“İnsanlar,  iyi  kalpli  olunuz.  Tüm  insanları  seviniz.  Herkese  karşı  adaletli,  insaniyetli  ve hayırsever olunuz. ?efkat ve teselli gösteriniz. Başkalarını sevin ki sizi de sevsinler. Büyüklere saygı duyduğunuz  kadar  küçükleri  de  seviniz.  Çocuklara  hoşgörü  ve  şefkat  ile  bakınız.  Yavrularınıza doğumlarından itibaren hayatın  zevklerinden  yararlanmayı  sağlayın,  bir  gün  gelir  de Tanrı  ruhlarını alırsa,  hayatın  zevklerini  tatmadan  ölüp  gitmesinler.  Çocuklar  sevilmek  ve  yardım  edilmek  üzere yaratılmışlardır.  Mutluluklar  geçip  gidicidir  ve  mutluluğun  değeri  insanın  çektiği  acıların  azlığı  ile ölçülmelidir.   Eğer,   hayatı   kaybedebileceğimizden   emin   olmasaydık   onu   korumak   için   çaba harcamazdık.”  Bunlar  bir  din  adamının  değil,  Rousseau’nun  kaleminden  dökülenlerdir.  Kurmak istediği,  erdemli,  ahlaki  bir  toplumsal  yapı  için  önerileridir.  Doğal  yaşamdan  uzaklaştığı  ölçüde kötüleşen insan doğasını tekrar iyi olan ilk haline çevirebilmek için harcadığı çabanın bir ifadesidir.
Rousseau’ya göre, insana hayatta kalabilmeyi, kendini ve çevresini mutlu edebilmeyi, üreterek topluma  faydalı  olabilmeyi  arzuları  öğretir.  Ancak  arzularımızın  bizi  sefalete  götürmesine  engel olabilmeliyiz. İnsan bebeklik döneminde mutludur çünkü arzuları  ve iktidarı  denge halindedir. Yani elde etmesine yetecek kadar güce sahiptir. Eğer kuvvetimiz ihtiyaçlarımız karşısında yetersiz kalıyorsa zayıfız   demektir.   Bazen   anne-babalar   çocuklarının   farkında   olmadıkları   ihtiyaçları   onlar   adına uydururlar. Bunun çocuklarını mutlu edeceklerini düşünürler. Çocuğun doğasında olan ihtiyaçlardan daha  fazlasını  üreten  anne  ve  babanın  kendi  arzularını  tatmin  etme  isteği,  çocuğu  anne-babanın arzularına  esir  eder.  (Bu  noktada  Rousseau’nun  uyarılarının  günümüzde  de  geçerli  olduğunu,  bu kitaptan  yaklaşık  250  yıl  sonra  da  aynı  cümlelerin  geçerliliğini  koruduğunu  söylemek  gerekiyor) Böyle bir  soruna çözüm olarak Rousseau şunu önermektedir. “Çocukların arzularını, istedikleri  için değil, ihtiyaç duydukları için yerine getirin.
Çocuk gelişimi uzmanı Jean Piaget’den yaklaşık 200 yıl önce yaşayan Rousseau, Piaget’nin kuramına benzer düşünceler ileri sürmüştür. Piaget’e göre çocuk 11 yaşından önce soyut kavramları anlayamaz,  zihinsel  işlemler  yapamaz.  Rousseau  da  yaklaşık  2  ile  12  yaş  arasından  bahsettiği  bu dönemde çocuğun muhakemeyi  yani  iyi  ile kötü arasındaki  farkı  ayırt  etmeyi  öğrenmeden ahlak ve sosyal ilişkiler hakkında fikir yürütemeyeceğini belirtmektedir. Bu çağlarda çocuğa soyut kavramları ifade   eden   kelimeler   kullanmaktan   kaçınılmalıdır.   Çocuklarla   fikir   yürütemeyecekleri   konular üzerinde konuşmak budalaca bir harekettir, der Rousseau. En büyük amacımız hem kendinin hem de çevresinin  bilincinde  olan çocuklar  yetiştirmektir  ama  hazır  olmadıkları  bir  çağda  bunları  öğretmek için baskı yapmak aksi sonuçlar doğurur. Onlar dokunabildikleri, görebildikleri tadına bakabildikleri nesnelerle  dünyayı   tanımaya  çalışırlar.  (Piaget   bu  dönemleri   “işlem  öncesi  ve  somut   işlemler dönemleri”  olarak  adlandırmıştır)  Yapılacak  en  iyi  şeyin,  çocukların  keşif  yapmalarına  olanak sağlamak  olduğunu  öneren  Rousseau,  aksi  takdirde  bir  tehlikenin  varlığına  da  dikkati  çeker.  “Eğer yaşlarına uygun davranmazsak mevsimsiz  meyveler  yetiştirmiş oluruz ki  bunlar  ham ve tatsızdırlar. Hem yenmezler hem de bozulmakta gecikmezler. İhtiyar çocuklar yetiştirmenin gereği yoktur.” ?imdi olduğu  gibi  1762’de  de  anneler  çocuklarının  hareketlerinin  ve  sözlerinin  yaşıtlarından  daha  olgun olmasına  seviniyor  olmalılar  ki,  Rousseau  “çocuk  bir  çocuk  gibi  davranmalı  ve  öyle  yaşamalıdır” demek ihtiyacını hissetmiştir. Sınırları iyi belirlenmiş özgürlük, sağlıklı çocuklar yetiştirmekte oldukça önemlidir.
Çocukların ahlaki gelişimi konusunda oldukça hassas olan Rousseau, doğruluk, dürüstlük gibi değerlerin öğretimi üzerinde de durmuştur. Ancak yukarıda belirtildiği gibi, değerlerin öğretimi soyut biçimde  yapılmamalıdır.  “Çocuklarınızın  size  karşı  dürüst  davranmasını  istiyorsanız  siz  de  onlara dürüst  davranın  ve  şeffaf  bir  iletişimi  benimseyin.  Onlara  ağır  görevler  vermeyin  ki  size  yalan söylemesinler.  Çocuğunuzun  zararlı  girişimlerini  engellerken  onun  anlamayacağı  şekilde  uzun  uzun açıklamalarda  bulunmayın.  Eğer  çocukla  sağlıklı  bir  iletişim  kurarsanız,  yaptığı  itiraflardan  dolayı zarar  görmeyeceğini  bildiği  için  yaptıklarını  açıkça  söylemekten  çekinmez.  Çocukların  sözlerinde durmalarını istiyorsanız onları sık sık söz vermek zorunda bırakmayın.”
Çocuğun terbiyesinde rekabet, kıskançlık, arzu, heves, gurur, açgözlülük, korku gibi çocuğun ruhunu bozguna uğratacak tehlikeli yöntemler kullanılmaması gerektiğinin de altını çizer, Rousseau.Piaget’den   sonra   “Öğrenme   Kuramları”   konusunda   öğretisinden   çokça   yararlanılan   bir eğitimcinin  düşüncelerine  daha  Rousseau’da  rastlamaktayız:  Bandura.  “Çocuğunuz  söylediklerinizi değil,  yaptıklarınızı  örnek  alır.  Güzel  davranışları  sizde  görmesini  sağlayın.”diyen  Rousseau,  sanki çağlar   sonrasında   kitaplara   bir   öğrenme   kuramı   olarak   geçecek   olan   “Sosyal   Öğrenme”yi açıklamaktadır. Bir çocuğa en iyi örnek mutlu bir yuvadır, der. Eğer çocuklarınızın iyi ahlaklı olmasını istiyorsanız, mutlu olacağınız biriyle evlenin ve çocuklarınız anne-babalarını örnek alarak yetişsinler.
Evet,  çocuk  taklit  eder.  Bu  durum  yalnızca  ahlaki  konular  için  geçerli  değildir.  Rousseau, çocuğa  doğayı  sevdirmek,  doğayla  haşır  neşir  olmasını  sağlamak  için  de  bu  ipucundan  yararlanır.
Çocuğa bir bahçıvanı izletir ve sonra aynı işi yapmayı çocuğun kendisine bırakır. Suladığı fidanların büyüdüğünü görüp mutlu olsun ve zaman ve emek harcayarak kazanmanın ne olduğunu anlasın diye. Çünkü  toprağa  sahip  olmak  ancak  ona  kendi  varlığınızdan  bir  şeyler  kattığınızda  mümkündür. (Rousseau’nun bu konudaki düşüncesi İngiliz düşünür J.Locke’u anımsatmaktadır. Mülkiyet hakkının kutsallığını  Locke,  toprağın  tanrı  tarafından  verilmesi  dolayısıyla  kutsal  olduğunu,  insanın  da  onu işleyerek,  emeğini  katarak  kendisinin  haline  getirdiğini,  bu  nedenle  mülkiyetin  de  kutsal  sayılması gerektiğini   söyleyerek   açıklamaktadır.   Ancak   Rousseau’nun   aslında   özel   mülkiyeti,   eşitsizliğin kaynağı  olarak  görüp  eleştirdiğini  biliyoruz.  Büyük  olasılıkla  19.  yüzyılın  ütopik  sosyalistleri  gibi, kimseyi sömürmeden işletilen mülkiyeti haklı görmektedir.)
Rousseau’ya göre, çocuğun en önemli çağı  doğuştan on iki  yaşına kadar  olan zamandır. Bu zamanda  bütün  hata  ve  kötü  huylar  filizlenir   ki  onları   yok  etmek  de  pek  mümkün  değildir. Öğretmenler  ve  anne-babalar  bu  yaşlarda  çocuklara  anlayışlı  davranmalı  ve  yargılayıcı  olmaktan kaçınmalıdırlar.
Özellikle 20. yüzyılın eğitimde parlayan yıldızı olan “çoklu zeka” Rousseu’nun da dikkatini çekmiştir. Her çocuğun daha çok başarılı olduğu bir alan mutlaka vardır. Matematikte başarılı olmayan çocuk sanatta, ifade gücü düşük olan bir çocuk doğa ile ilişkilerinde başarılı olabilir. Eğer çocuğunuzu sabır  ve  özenle  gözlemlerseniz,  onun  kendine  özgü  bir  zekaya  sahip  olduğunu  anlama  olanağı bulursunuz. Bu şekilde çocuğunuzun karakterine uygun olan eğitim yöntemini de teşhis edebilirsiniz. Çocuğa saygı duyun ve onun hakkında iyi ya da kötü bir yargıya varmakta acele etmeyin. Kararınızı vermeden  önce  karakterini,  yeteneklerini,  kısaca  bütün  özelliklerini  tanımaya  çalışın  ve  bunların ışığında  bir  terbiye  uygulayın.  Matematik  derslerini  çocuklara  öğretilebilir  hale  getiremiyorsak  bu bizim  hatamız.  Çocukların  öğrenme  yöntemi  ile  yetişkinlerinki  farklı,  biz  bunu  bilmiyoruz.  Biz muhakeme gücümüzü  kullanırken çocuklar  gözlem yapar ve incelerler. Eğer çocuklarınız hiçbir  şey yapamıyorsa, bu onlara bir şey yaptıramamanızdan kaynaklanır. Çünkü onlar  yapılabilecek her  şeyi yapmalıdırlar. Onlar kendilerine yetecek kadar hünerli, kuvvetli ve çeviktirler. Unutmayın Mozart yedi yaşında beste yapıyordu. Çocuklara gereken bilgileri verirken zorlamadan, tıpkı bir oyun oynuyormuş gibi  hareket  etmek  gerekir.  Rousseau,  kendi  çağının  otoriter  eğitim  anlayışına,  çocuğun  doğasına duyduğu saygıdan hareketle karşı çıkmaktadır.
Kendisini  Emile’in  öğretmenliğine  atayan  Rousseau,  öğretmenlerin  sahip  olmaları  gereken nitelikler  üzerinde  uzunca  düşünmüştür.  Bir  insanı  kendisi  için  eğitmek  ile  başkaları  için  eğitmek birbirinden farklıdır. Birinde “insan” diğerinde “vatandaş” oluşturursunuz. Öğretmenler çoğu zaman her iki işi birden yaparlar. Öğretmen önemlidir çünkü bir insanı “adam” etmeyi ele almadan önce, bu işi  üzerine  alan  kişinin  “adam”  olması  şarttır.  Öğretmenin  en  önemli  donanımı  insanı  tanımak olmalıdır.  Öğretmen  ders  vermeden  idare  etmeli,  hiçbir  şey  yapmadan  her  şeyi  yapmalıdır.  Sürekli emirler yağdırarak, kurallar koyarak öğrencilerinizi idare edemezsiniz. Öğrenci sizi sevmez. Öğrenci sizi   severse,   güven   duyarsa,   özgürlüğünü   kısıtlamayacağınıza   inanırsa   onu   istediğiniz   gibi yönlendirebilirsiniz. Çocuk size itaat ederken “itaat ettiğinin” farkında olmamalı. Aynı şekilde sizin de ona hükmettiğinizi sezmemelidir.
Rousseau,   öğretmenlerin   karakterleri   ile   ilgili   olarak   yetişkinleri   uyarmaktadır.   Çünkü çocuğun  karakter  yapısından  hiç  anlamayan  bir  eğitimcinin  elinde  yetişen  çocuk  bilgiyle  dolu  olur ama duygudan mahrumdur. “Çocuklarınızın bakımını ya da terbiyesini üstlenmiş kişilerin onlara hırs, sabırsızlık  ve  hiddet  gibi  tehlikeli  alışkanlıklar  vermediklerinden  emin  olmalısınız.”  Saldırgan  bir kişilik yapısının karşısında olan Rousseau, öğretmenlere çocukları sıkça kırlara götürmelerini önerir. Doğal hayat üzerine daha önceki eserlerinde de çokça yazmış olan düşünür, kent havasının insanları saldırgan  yaptığı  düşüncesindedir.  Çocuklar,  kalabalık  yerlerde  bitişik  yaşamaktansa  ekilip  biçilen topraklar üzerinde dağınık yaşamalıdırlar.  Rousseau’nun görüşlerine katılan Montaigne, “sağlam kafa sağlam   vücutta   bulunur”   sözünü   anımsatırcasına “Ruhu   sağlamlaştırmak   için   önce   adaleleri kuvvetlendiriniz,  Bunun için de çocukların bolca idman yapması gerekli” demiştir.
Ancak çocuğun ilk öğretmenleri de anne-babadır. Onların da öncelikle kendilerini yetiştirmiş olması  gerekir. İlk kural  da çocuklarına kendilerini  sevdirebilmiş olmalarıdır. Sevgi  olmadan eğitim olmaz.  Daha  önce  daha  çok annelere  öğütler  veren  Rousseau,  burada  babalara da  seslenir.  Babalar, çocuklarınızla arkadaş olun, kardeş olun. O zaman onlar da size tam bir evlat olurlar. Rousseau, öğrencilerine ne kadar çok bilgi öğretirse o kadar iyi öğretmen olacaklarını düşünen öğretmenleri  eleştirir.  “Ben  çocuklara  zahmetli  bir  sanat  öğretiyorum:  Cahil  olmak  sanatı.  Siz çocuğunuzun  beynini  erkenden  bilgiyle  dolduruyorsunuz,  ben  ise  bu  bilgileri  elde  edeceği  aletleri hazırlamakla  meşgul  oluyor  ve  bunları  nasıl  kullanacağını  öğretiyorum.”  (Günümüzde  de  aynı cümlelerin alkışlanması ama bir türlü gerçekleşmemesi acı bir durum.)
Rousseau’nun  çocukları  köyde,  kırda  yetiştirmek istemesinin  nedenlerinden bir  diğeri  onları kentlerin bozulmuş manevi havasından uzak tutmaktır. Bir öğretmenin çocukları köyde eğitmesi çok daha kolaydır çünkü orada gereksiz, kafa karıştırıcı şeyler yoktur, doğallık ve sadelik hâkimdir. Doğa ile baş başa yaşamak bizleri daha iyi insanlar yapar, der Rousseau. Başkasına zarar vermemek prensibi toplum  içinde  yaşamanın  kurallarına  uymayı  gerektirir.  Bu  da  oldukça  zordur.  Eğer  toplum  içinde değil  de  yalnız  yaşıyorsak  tabi  ki  kimseye  zararımız  da  olmaz.  O  yüzden  ancak  yalnız  olan  iyidir.
Başkalarına  zararlı  olmak  mekanizması  sadece  cemiyet  içinde  işliyorken,  yalnız  bir  insan  kime kötülük yapabilir ki!
Öğretmenlere tavsiyeler devam etmektedir. Ders çok faydalı bile olsa, çocuğun onu anlamaya hazır olmadığını ve yanlış çıkarımlarda bulunabileceğini düşünüyorsanız o dersi sonraya erteleyin. (Bu gün  de  “hazır  bulunuşluk”  öğrenmenin  temelini  oluşturmaktadır)Ayrıca  derslerinizi  nutuktan  çok güzel   işlerle   bezeyin.   Çocuklara   okumayı   öğretmenin   yolu   onlarda   okumayı   öğrenme   arzusu uyandırmakla mümkündür. Çocuğun bir konuya ilgi duymasını sağlarsanız amaca varabilirsiniz.
Öğretmenler; Eğitimin ana ilkelerinden olan soğukkanlı ve ölçülü davranmayı bir an için bile olsa bırakmak zorunda kalırsanız, sakın bu kusurunuzu çocuktan gizlemeyin; yalnızca şefkatli bir sesle uyarın  ve  ona  “Yavrum  bana  sıkıntı  verdin”  deyin.  Çünkü  çocuğa  hakim  olabilmek  için  önce kendinize hakim olabilmeniz gerekir. Soğukkanlılığınız öyle olsun ki, çocuğu hatalı davranışlar içinde gördüğünüzde onu o ortamdan sakince uzaklaştırın; ne gülün ne de azarlayın.
Rousseau,  çocukların  sahip  oldukları  haklar  konusunda  da  çağının  ötesinde  bir  öngörüye sahiptir. Öğretmenler çocukların hakları olduğunu bilmeli ve onlara da bu bilgiyi, bilinci vermelidirler. Bugünkü  terbiyenin  en  esaslı  hatalarından  birisi  çocuğa  devamlı  görevlerinden  bahsetmek  ama haklarının ne olduğunu açıklamamaktır. Oysa çocukların önce haklarını öğrenmesi daha doğaldır, der Rousseau.
Ahlaki eğitim konusunda Rousseau bazen “davranışçı kuram”a uygun düşünmektedir. “Eşyasına  zarar  veren  çocuğa  hemen  yenisini  almayın  ki  yoksunluğun  ne  olduğunu  bilsin.  Cezayı yapılan kötü hareketin hemen sonrasında verin ki bunun doğal bir sonuç olduğunu düşünsün. Böylece anlayışı   gelişir.”   Davranışın   yerleşmesi   için   cezayı   bir   araç   olarak   gören   Rousseau, yine   de davranışçılardan daha sevecendir. Çünkü onun için önemli olan cezanın kendisi değildir. Cezayı bir öğretme  aracı  olarak  görmez.  O’na  göre,  önemli olan  cezayı  vermek  değil  çocuğu  neden  o  cezayı aldığı  konusunda düşündürmektir. Çocuk nedeni anladığında hatasını kabullenir ve bundan suçluluk duyar. Vicdan böyle gelişir. Aslında çocuklara kötülükleri veren de onları yasaklayan da bizleriz. Çocuğu dinden soğutmak istiyorsanız,  onu  bıkıp  usanıncaya  kadar  kiliseye  götürün,  dua  etmesi  için  zorlayın.  Çocuk  yetişkin olduğunda   bir   daha   kilisenin   yakınından   geçmeyecektir.   Merhamet   göstermek   için   bile   olsa çocuğunuzu zorlamayın.  (Rousseau, şimdi bize oldukça mantıklı gelen bu sözleri dolayısı ile çağında çok büyük eleştirilere uğramıştır). Locke diyor ki; “Çocuklar o hale getirilmelidir ki, ne kadar cömertlik yaparlarsa karşılığını o kadar  alacaklarından  emin  olsunlar.  Çocuklar  karşılığını  almak  sureti  ile  cömert  olma  alışkanlığını kazanırlar.”  Rousseau,  Locke’a  şiddetle  karşı  çıkar.  Çocuklar  verdiklerinin  karşılığını  almadıkları zaman ne olacaktır? Cömertlik alışkanlığına yol mu görünecektir? Önemli olan el alışkanlığı değil, ruh alışkanlığıdır. Bu konuda da –yine- örnek olabilmek önemlidir.
Rousseau’nun   şu   sözlerini   2004   yılındaki   bir   gazetenin   köşe   yazarının   kaleminden okusaydınız herhalde hiç şaşırmazdınız. “On yaşındaki  bir çocuk, iki sene coğrafya dersi gördükten sonra  kendisine  gösterilen  teorik  yöntemle  Paris’ten  çıkıp  da  başka  bir  yere  kendi  başına  gidemez. Hatta babasının geniş bahçesindeki sapa yolları bile kaybolmadan izleyemez. Demek ki, çocuğa bilgi ezberletmek boşunadır. Hele tarih dersi vermek külliyen yanlıştır. Çünkü çocuklar o bilgileri yalnızca ezberler, nedenini bilemezler.”  O çocuğun iki yüz elli yıl sonra daha da derin bilgiler öğrendiğini ama hala yol bulmakta zorlandığını bilmek, üzüntü verici.
Rousseau yalnızca bunlarla yetinmemiş, çocukların giyiminden ne yediklerine, uyku sürelerine dek  onlar  için  düşünmüştür.  Tüm  bu  ayrıntıların,  bir  çocuk  yetiştirmenin  bu  denli  titizlikle  ele alınmasının  nedeni  çocukların  yarının  yetişkinleri  olmasından  kaynaklanmaktadır. Rousseau’nun eleştirdiği, hatta “keşke hiç olmasaydı da, ilkel çağlardaki halimizle kalsaydık” dedirtecek kadar onu kızdıran  bu  toplum  yapısından  kurtulmak  ancak  farklı  zihniyetteki  insanların  oluşturacağı  yeni  bir toplum tasarımı ile mümkündür. Bu nedenle de çocuklar Rousseau’nun titiz öğretmenlik öğütleriyle yetiştirilmeli, deyim yerindeyse gerekirse iğneyle kuyu kazılmalıdır. Sonuçta varacağımız hedef özgür, eşit, mutlu, ruh ve beden sağlığı yerinde insanların dünyasıdır. Yüce bir amaçtır bu ve hiçbir ayrıntı atlanmamalıdır. Bu  nedendendir  ki  Rousseau  şunu  demektedir. “Çocuğu terbiye ederken,  zamandan kazanmak için önce zaman kaybetmek gerekir.”
?imdi Rousseau’nun giyim, uyku, yemek  konularındaki  düşüncelerini  görelim.  Rousseau’ya göre,  çocukların  giyimi  önemlidir.  Onların  hareketli  olmalarını  engelleyen,  dar  ve  sıkı  hiçbir  şey olmamalıdır üzerlerinde. Giysiler ter emen ve hava alan sağlıklı kumaşlardan seçilmelidir. Yaşlarına
uygun giysiler giydirilerek erken olgunlaşmalarına izin verilmemelidir. Süslü ve gösterişli giysilerden uzak durulmalı, insanların giysilerinin değeri ile ölçülmesi düşüncesi  uyandırılmamalıdır.  Yaz  kış, gece ve gündüz başları açık olmalıdır ki her hava koşuluna karşı dirençli olabilsinler. Çocukların her türlü hava koşulunu tanımaları gerekir. O nedenle farklı hava koşullarına maruz bırakılmalıdırlar.
Çocukların  uykuya  ihtiyaçları  vardır.  Aslında  en  doğrusu,  güneşin  doğuşu  ile  kalkıp,  güneş battığında  da  uyumaktır.  Ancak  uygarlık  bizi  doğallıktan  uzaklaştırdı.  Artık  vücudumuzun  sesini duyamıyoruz. Çocuğun uyku zamanı düzenli olmalıdır. Ama çocuk uyku saati geldiğinde her nerede olursa olsun uyuyabilmelidir.
Yemekler besleyici ve sade olmalıdır. Fazla çeşit çocuğu bıkkınlığa düşürür. Hafif ama yararlı gıdalar tercih edilmelidir. Çok et yiyenler az yiyenlere göre daha saldırgan ve zalim olurlar. Rousseau,   cesur   çocuklar   yetiştirmek   arzusundadır.   Çocuğun   güçlükleri   ve   tehlikeleri tanıyabilmesi için beş duyusunu geliştirmek gerektiğine inanır. Bir çocuk büyüklere göre kuvvet  ve muhakeme yönünden zayıf olabilir ama beş duyusunu tıpkı bir yetişkin gibi kullanabilir. Üstelik beş duyumuzu  kullanarak  daha  önce  hiç  yapmadığımız  şeyleri  yapmak,  örneğin  gece  karanlığında  hiç görmeden yol-yön bulmaya çalışmak, beynin hiç çalıştırmadığımız bölümlerini uyandırıverir.
Çocuğun  resim  yapmasını  doğru  bulan  Rousseau,   bunun  için  bir  resim  öğretmenine  gerek olmadığını  düşünür.  Çünkü  doğanın  kendisi  öğretmen,  etraftaki  bütün  nesneler  de  modellerdir. Çocukların eşyaların büyüklüğünü doğru olarak tespit edebilmeleri için şekilleri taklit etmeleri gerekir.
Bir  evi bir  eve, bir ağacı bir ağaca, bir kediyi  bir  kediye bakarak çizmeli  ki resimler  gerçeğe yakın olsun.  (Rousseau gerçeküstücüleri tanımadığı için şanslı olmalı, diye eklemek gerekiyor). Rousseau, üzerinde hayatın yorgunluğunu hissettiği zamanlarda yazdığı Emile’de bu ruh halini hissettirmektedir. Çocuk tamamen  gelecekteki  güzel günler  için koşullandırılmış olmamalı, yaşadığı anı da sahiplenmeli ve içinde bulunduğu zamana ilgi duymalıdır. Bir çocuk görmek insana coşku verir oysa o çocuğun önce orta yaşa sonra da yaşlılığa gideceğini düşünmek insanı karamsarlaştırır. Ölümü hayal etmek her şeyi soğutur. Oysa 12 yaşındaki çocuk bu haliyle güneşli bir gün gibidir.
Kendi  hayalinde  yetiştirdiği  Emile’inin  özelliklerini  gizli  bir  kıvanç  ile  sayarak  bu  bölümü bitirir Rousseau. Emile’in yaşı itibarı ile düşünceleri sınırlıdır ama berraktır. Ezberden bir şey bilmez ama  deneyim  ile  pek  çok  şey  öğrenmiştir.  O  yaşta  pek  kitap  okumamış  olsa  da  doğanın  kitabını okumayı  öğrenmiştir.  Emile,  onu  yetiştiren  öğretmeni  dolayısı  ile  insan  olmanın  iyilik  yapmayı  ve cömert  davranmayı  gerektirdiğini  bilir.  (Bunu  da  okulda  ders  görmeden  öğrenmiştir)  Özgürlüğe alışkındır, o nedenle de sınırlarını zorlamaz ve ne kadar özgür olduğunu denemeyi düşünmez. (Oysa özgürlükten  yoksun  tutulanlar,  biraz  özgürlük  verince  hemen  çılgınca  şeyler  yapmak  isterler.  O nedenle insanları özgür yaşamaya, bunu kanıksamaya alıştırmak gereklidir) Emile, amacına ulaşmak için  en  uygun  araçları  seçer  ve  başaracağından  emin  olmadan  harekete  geçmez.  Açık  sözlü  ve muhakemelidir. Etrafına aptalca sorular sormaz. Hakkında bilgi sahibi olmak istediği nesneleri önce kendisi inceler, yorulur ve ancak ondan sonra büyüklere soru sorar. Kendisini kolaya alıştırmadığı için zorluklarla  karşılaştığında  soğukkanlı  duru  ve  kolayca  çözüm  yolları  bulur.  Oysa  bin  bir  nazla büyütülen çocukların hiç biri onun kadar becerikli ve kuvvetli değildir.
 
 İlk Gençlik Çağı

İlk  gençlik  dönemi  insanın  duygusal  fırtınalara  açık  olduğu  yaşlardır.  Rousseau,  “insanın  zaafı nereden doğar?” diye düşünür. Yanıtı hazırdır: Kuvvet ve arzuları arasındaki dengesizlikten. Bizi zayıf bir hale sokan ihtiraslarımızdır ve bize verilen güçle bunları tatmin etmek çok zordur. O zaman çocuğu büyütürken  onu  gücünün  farkına  varmasını  sağlayacak  şekilde  eğitmek  ve  arzularını  gücüne  göre oranlamasını öğretmek zorundayız.
Çocuğa nelerin öğretilmesi gerektiği konusunda oldukça titiz düşünen Rousseau bu konuda hem faydacı   hem   de   otoriterdir.   Öğretilecek   bilgileri   seçmek   ve   bu   bilgilerin   hangi   zamanlarda öğretileceğine  de  iyi  karar  vermek  gerekir.  Çocuğa  her  faydalı  bilgiyi  de  öğretmek  gerekmez.
Öncelikle  bazı  bilgilerin  idrak  edilebilmesi  için  yeterince  olgunlaşmış  bir  zihne,  hayat  tecrübesine ihtiyaç  vardır.  Çocuk  bilgileri  kendi  çağında  kullanmayacaksa,  hatta  yanlış  düşünmesine  neden olacaksa öğrenmesine gerek yoktur. Çocuğa faydalı ve yaşına uygun her şeyi öğretmeye gayret edin ancak çocuğun bir yetişkinin bilmesi gerekenlere sahip olmasında hiçbir fayda yoktur.
Zamanının  ütopyacı  geleneğinden  etkilenen  Rousseau,  düşüncelerine  dayanak  olarak  Daniel Dafoe’nun  ünlü  kahramanı  Robinson’dan  yararlanır.  Kitaplarıyla  birlikte  ıssız  bir  adaya  düşen  ve hayatının  geri  kalan  kısmında  hiç  kimseyle  ilişki  kuramayacağına  inanan  bir  filozof  kitap  okumaya devam  eder  mi  sizce?  Rousseau’ya  göre,  adayı  keşfe  çıkar,  barınacağı  bir  yer  ve  yiyecek  telaşına düşer.  Bu  nedenle  de  varlığımızın  gerçek  ihtiyaçlarını  bir  kenara  koyarak  hiçbir  zaman  işimize yaramayacak  olanların  peşinden  koşmamak  gerekir.  Robinson  Crusoe  adasında  yapayalnız,  kendi türünün  yardımlarından  ve  her  türlü  sanat  aletlerinden  mahrum  olduğu  halde  karnını  doyurabilmiş, barınak inşa edebilmiştir. Hatta kendisi için rahat bir hayat kurduğu bile söylenebilir. Bu çocuklar için hoş bir öyküdür. Sağlıklı düşünebilmek için herkesten soyutlanmış bir insanın yerine geçmek ve onun her  şeyi  kendi  faydası  için  yapışını  ve  yapay  ihtiyaçlardan  uzak  duruşunu  taklit  etmek  gerekebilir. Doğaya  dönük  yaşama  isteğinin  bir  uzantısı  olarak  Rousseau,  yaparak  ve  yaşayarak  öğrenmenin zorunluluğuna inanmaktadır. O’na göre, hayatı okumayı bilmeyen kitap okumayı bilemez, olaylardan ders  çıkarmayı  bilmeyen  edindiği  bilgileri  kullanamaz.  Çocukları  okumaya  teşvik  ettiğimiz  kadar, edindiği  bilgileri  hayata  geçirmesini  de  teşvik  etmeliyiz.  Çocuğu  üstesinden  gelebileceği  sorunlarla baş  başa  bırakın  ve  çözüm  yolunu  kendisinin  bulmasına  olanak  tanıyın.  (Bu  gün  “yapıcı  öğrenme” kuramı  da  aynı  şeyi  söylüyor)Coğrafya  dersini  sınıfta  haritalarla  işlemek  yerine  aslını  gösterin  ve onlarla gezilere çıkın. Bir şeyi tarif etmek, ancak gösterilmesi olanaksız hallerde işe yarar.
Çocukla  çocuk  olmak  gerekir.  Bir  şey  öğretileceğinde,  çocukların  bizim  gibi  düşünmelerini istemek yerine, biz onlar gibi düşünmeliyiz. Çocuk coğrafya öğrenirken ilk önce evini, mahallesini, sonra  kentini,  ülkesini,  sonra  da  komşu  ülkeleri  ve  kıtasını  öğrenmiş  olmalıdır.  (Rousseau’nun  bu düşüncelerinin eğitim programlarında kullanıldığını belirtmek gerekir. “Yakından uzağa” denilen bu özellik günümüz Hayat  Bilgisi  ve Sosyal Bilgiler  müfredatında aynen bu biçimde uygulanmaktadır). Rousseau, kitabının bu bölümünde doğrudan okuyucusuna seslenerek onların dikkatini çekmek ister.
“Okuyucularım, bilmelisiniz ki, benim eğitim anlayışım çocuklara çok şey öğretmek üzerine kurulu değildir.  Çocukların  kafasına  ancak  açık  ve  doğru  fikirlerin  girmesine  izin  verilmeli,  eğer  zihinleri yanlış şeylerle dolacaksa bir  şey öğrenmemeleri tercih edilmelidir. Çocuğun aldanmamasını, yaptığı hatalardan  ders  almasını  ve  gerçekleri  öğrenmelerini  isterim.  Yalnızca  bilgiye  saplanırsanız,  dipsiz, sahilsiz  ve  kayalarla  dolu  bir  denize  girmiş  olursunuz.  Oradan  da  asla  kendinizi  kurtaramazsınız. Çocuklara bilimi öğretmek değil, sevdirecek hazlar vermek, bu iyice sağlandıktan sonra da öğrenme yöntemlerini göstermek gerekir. Her iyi ve faydalı terbiyenin esas prensibi kesinlikle budur.” Böylece Rousseau, seçilecek bilginin ve seçilecek öğretme yönteminin neredeyse insanı ya ölümden kurtaracak ya da çaresiz bırakıp ölmesine neden olacak kadar önemli olduğunu göstermek istemektedir. İlk gençlik çağında (12 yaş sonrası) çocuğun artık öğreneceği konular üzerinde yoğunlaşabilmesi gerekir.  Ancak  çocuğun  dikkat  kesilmesi  için  ondan  tat  alması  ve  ilgi  duyması  gereklidir.  Zorlama kabul edilemez bir yöntemdir. Bir şey zorunlu olduğu için değil, istendiği için öğrenilmelidir. Burada Rousseau, çok hoş bir yöntem önermektedir. Çocuk size soru sorarsa merakını doyuracak kadar değil, onun merakını besleyecek hatta kamçılayacak kadar cevap vermekle yetinin.
Rousseau’nun bilginin seçilmesinde “fayda” ölçütü üzerinde yoğunlaştığından söz edilmişti. Düşünürümüz,  “fayda”  kelimesini  çocuk  ile  öğretmen  arasında  çok  önemli  bulur.  “Bu  neye  yarar” cümlesi O ve Emile arasında, hayatlarının bütün eylemleri için kutsal bir rehber olacaktır. Öğretmenin çocuğun  hayatındaki  anlamı  bu  noktada  daha  çok  anlaşılır.  Çünkü  kendisine  sadece  faydalı  bilgiler öğretilen  bir  çocuk  tıpkı  Socrates  gibi  anlamadan  hiçbir  şey  sormaz.  Çocuk  kendisine  gerekli  olan bilgileri arzu etmeli, aramalı ve bulmalıdır. Bilgiyi sürekli siz teklif etmemelisiniz. Siz bilgiyi çocuğun anlayabileceği  biçime  büründürmek,  öğrenme  arzusunu  kurnazca  uyandırmak  ve  bu  arzuyu  tatmin edecek araçları hazırlamakla görevlisiniz. Onlara seyrek ve iyi seçilmiş sorular sormalı, çocuk da size bolca sorular yönlendirmeli ve siz genellikle “Bunu neden öğrenmek istiyorsun?” demelisiniz. Çocuk size  “Bunlar  neye  yarayacak?”  diye  sorduğunda  nutuk  atmamalısınız.  Çünkü  söyleyeceğiniz  birçok şeyi  anlamayacaktır.  Onlara  kuru  bilgiler  vermek  yerine  uygulamalı  dersler  yapmayı  tercih  edin. Çocuğa  göremeyeceği  hiçbir  şeyi  göstermeyin.  Ona  şimdiki  zamanda  faydalı  olabilecek  şeyleri gösterin. Ben, der Rousseau, Emile’e mantık ve felsefesini anlamayacağı hiçbir şeyi öğretmemeyi bir terbiye ilkesi olarak belirledim.  İleri yaşlarda zaten ayrıntılı bir şekilde öğreneceği  bilgileri şimdilik kendine yetecek kadar öğretmeli.
Rousseau’nun bilgi ile ilgili bütüncül bir bakış açısına sahip olduğu görülmektedir. Sınırlı; fakat doğru  olarak  verilen  toplu  ve  birbirine  bağlı  bilgilerin  faydalarından  biri  de,  aralarındaki  ilişkinin görülebilmesidir.  Bilgiyi  toplu  olarak  gören  çocuk  daha  kolay  ve  sağlıklı  akıl  yürütebilir.  Bütünün nasıl bir düzen içinde olduğunu gören çocuk parçayı daha iyi anlar.
Rousseau’ya  göre,  toplumda  işbölümü  gereklidir.  Herkes  en  yetenekli  olduğu  işte  çalışmalı  ve ürettiğini diğer insanların hizmetine sunmalıdır. Bu her insanın topluma karşı ödevidir. İnsanların öyle bir  işi  olmalıdır  ki,  ne  çok  zengin  olsunlar  ne  de  yoksulluğa  düşsünler.  Topluma  faydalı  olan  her zanaatın  “namuslu  bir  iş”  olduğunu  düşünen  Rousseau,  mirasyediliğin  ise  düşmanıdır.  Zengin  bile olsanız, insan olduğunuz için toplum yararına çalışmak zorundasınız, demektedir. O nedenle bu günün öğrencisi,  yarın  bir  emekçi  olacaktır.  Çocuğu  farklı  meslek  sahiplerinin  yanına  götürerek  farklı meslekleri tanımasını ve kendine en uygun olanını seçmesini sağlamak gereklidir.
Rousseau, Emile’in büyüdüğünü gözlemlemektedir. 12 yaşını geçen Emile’in yalnızca duyguları ile değil, düşünceleri ile hareket etmesi gerektiğini öngörmektedir. “Emile şimdiye kadar hissediyordu fakat şimdi muhakeme ediyor. Artık beş duyusunun kendisini aldattığı durumları da görüp algılayabilecek.” Buna örnek olarak da bir deneyden bahseder Rousseau. “Örneğin, suya batırılmış bir bastonun kırık gibi göründüğünü ancak bunun bir göz  yanılması  olduğunu ve nedenlerini anlayabilecek yaşta. Eğer yalnızca bakar ve “baston kırık” derse hata  yapar.” Rousseau’ya  göre, hatalarımız hiç düşünmeden verdiğimiz hükümlerden doğar. Ancak hatalar mutlaka olacaktır. Hatalardan ders almayı öğretebilmek de ustalık ister. İlk gençlik çağında öğretmenlerde ve anne-babalarda sabır, dikkat ve ileri görüşlülüğe ihtiyaç  vardır. Çocuk bunlar olmadan muhakemeyi öğrenemez. Çocuğa iyi bir eğitim vermek için  onu  işlediği  hatadan derhal kurtarmaktan vazgeçin, der Rousseau. Eğer çocuk, örneğin “baston kırık” derse hemen “hayır, değil”  diyerek  açıklama  yapmaya  başlamayın.  Bırakın,  kendisi  doğruyu  bulsun.  Zaten  Emile  çabuk karar  vermenin  kendisini  hataya götüreceğini bilir. O nedenle de doğru olmayan bir muhakemenin sonuçlarına katlanmaktansa, “bilmiyorum” demeyi tercih eder ve gözlem ve deneylerle doğru sonuca ulaşır.
 
 Buluğ; İnsanın Gerçek Kişiliği Bu Çağda Başlar

Rousseau’ya göre, buluğ çağında çocuk, çocukluktan çıkmak için krizler yaşar ve buhranlı anlar geçirir. İnsanın ikinci doğuşu bu çağdadır. İnsan, hayata gerçekten tam bu anda doğar ve insani olan hiçbir şeye karşı yabancı kalamaz. ?imdiye kadar gösterdiğimiz ilgi, çocuk oyunlarından başka bir şey değildir. Çocuğun üzerine titrememiz asıl şimdi önem kazanmıştır.
Rousseau’nun genel felsefesi şu sözlerle kendini oldukça belirgin biçimde gösterir. “İnsanın doğal ihtirasları hem sınırlıdır hem de özgürlük ve varlığımızı korumaya yarayan vasıtalardır. Bizi esir ve tahrip eden bütün diğer ihtiraslarımızın kaynağı yabancıdır, doğamıza ait değillerdir. Bütün ihtiraslar arasında  insanla  beraber  doğan  ve  insanı  bütün  ömrünce  terk  etmeyen  tek  duygu,  kendini  sevme duygusudur.  Bundan  doğan  ikinci  bir  duygu  da  kendisine  yaklaşanları  sevmektir.  Yani  çocuk yaratılıştan iyiliğe eğilimlidir. Oysa çocuk, çevre ile ilişkileri genişledikçe kıskanç, haşin, aldatıcı ve intikamcı  olur.  İtaate  davet  edildiği  zaman,  kendisine  emredilen  şeydeki  faydayı  göremediği  için, verilen emrin kendisini üzmek amacıyla verilmiş olduğunu sanarak asileşir.
Bir insanın her şeyi bilemeyeceği açıkken, Rousseau’nun hormonlarla ilgili fikir yürütmesi çok acıdır. Rousseau, buluğ çağını verilecek terbiyeye göre geciktirmek veya çabuklaştırmanın mümkün olacağını  düşünmüştür.  Çünkü  buluğa  ermek  geciktiği  takdirde  gençler  güçlerini  ve  gürbüzlüklerini daha iyi korurlar. Çocuklara anlamaya yeltendikleri gizli şeyleri erkenden öğretmek veya onların bu şeyler etrafındaki meraklarını yanlış yollarla tatmin etmek doğru değildir. Çocuğa yaşadığı çağla ilgisi olmayan (!) şeyleri öğretmekte acele etmemek gerekir. Rousseau’ya göre çocuğun buluğ çağına erken girmesine yetişkinler neden olurlar. Siz yetişkin olarak masumluğunuzu korursanız çocuğu da gereksiz meraklardan  en  güzel  biçimde  korumuş  olursunuz.  Rousseau,  vücudun  kimyasal  işleyişini  doğallık olarak görmemekte, cinselliğin “bilgi” kaynaklı  olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle de yetişkinler çocuğa   cinsellik   ile   ilgili   bilgi   vermezlerse   çocuğun   da   cinselliğinden   haberdar   olmayacağını kurgulamaktadır.  “Çocuğun  cinsel  konulardaki  bilgisizliği  yaratılışının  gereğidir  ve  onu  uygun  bir çağa kadar bilgisiz bırakmak doğrudur. Çocuk buluğun kendisi için bir haz vasıtası olduğunu bilirse kendi kendini tahrik eder oysa bilmezse kendi doğası onu tahrik etmez”. Belki de Rousseau, cinsellik konusunda  kendi  deneyimlerinin  etkisindedir  ve  olumsuz  yaşantılar  onu  bu  tür  öğütler  vermeye itmektedir.
Saf   ve   mutlu   bir   aşk   yaşamaktan   uzak   bir   hayatı   olan   Rousseau,   gençler   için   kendi yaşayamadıklarını  ister  gibidir.  “Özenle  yetiştirilmiş  bir  gencin  kalbinde  oluşacak  ilk  his,  aşk  değil arkadaşlıktır.  Gencin  kalbine  insanlık  tohumlarını  ekecek  zaman,  arkadaşlık  duygusunun  doğduğu zamandır.  Erken  yaşta  sefahate  düşen  erkekler  insanlıktan  uzak  ve  merhametsiz  olurlar.”  (Acaba Rousseau kendi gençliğinden mi söz etmektedir?).
İnsan hakları  eğitimi  için  günümüzde  gerekli  bulunan  “empati”nin  öğretilmesi  Rousseau tarafından  da  önemli  görülmektedir.  Çocuğun  duygusal  ve  merhametli  olması  için  şu  duyarlılıkları taşıması  gereklidir:  Kendisi  gibi  acı  çeken  ve  kendisine  benzeyen  diğer  varlıkların  var  olduğunu bilmeli ve hissettiği acıları hisseden, kendisi gibi duygu taşıyan varlıkların bulunduğundan haberdar olmalı.  Bu  konuda  Rousseau’nun  yetişkinlere  de  sözü  vardır.  “İnsanlar,  çocuklarınıza  insanları sevmeyi öğretin. Çocuklarınız tek sınıfın değil, bütün sınıfların içinde, bütün sınıfların insanı olsun. Onların yanında insanlardan daima iyilikle söz edin, insanı aşağı gösterecek sözlerden sakının. İnsan olan insanı aşağılamaz.”
Kitabın  sonlarında  Rousseau  tekrar  öğretmenin  önemini  vurgulamaktadır.  Burada bahsettiği öğretmen, etrafını aydınlatan bir ışık kaynağına benzer. Öğrenci, öğretmenin büyüklüğünü hissetmelidir.  Bilgisinin  kendi  bilgisi  gibi  sınırlı  olmadığını  bilmelidir.  Onun  muhakeme  gücündeki üstünlüğü  fark  etmelidir.  Onun  otoritesini  hissetmelidir.  Genç  öğretmeni  tarafından  sevildiğine, kendisinin mutluluğu ve iyiliği için çalışıldığına güvenmelidir. Öğretmeninin akıllı ve bilgili bir adam olarak   görmelidir.   Öğretmen   de   öğrencisi   gibi   saf   ve   temiz   olmalı,   öğrencisinin   sürüklendiği tehlikeleri görebilmeli ve onu haberdar edebilmeli, nasihatlerini emir şeklinde vermekten kaçınmalıdır. Asla   “ben   demiştim”   sözünü   kullanmamalıdır.   Hatasını   yüzüne   vurmadığınız   ve   aşağılanmayı beklediği  halde  teselli  gören  öğrenciniz  size  çok  daha  büyük  bir  saygı  duyacaktır.  Rousseau’nun öğretmen anlayışında öğretmen, çocuğa farkına vardırmadan rehberlik etmelidir. Çocuğa bir insan gibi etki  edeceği  yerde,  bir  eşya  gibi,  eşyanın  arkasından,  eşya  aracılığı  ile  etki  etmelidir.  Çocuk muhakeme  yapabilecek  yaşa  geldikten  sonra  da  öğretmenin  rolü  dolaylı  bir  rol  olmaya  devam edecektir. Düşünce eğitiminde öğretmen öğretmez, öğrenim ortamını hazırlar ve çocuk kendi kendine öğrenir. Duygu eğitiminde, toplumsal değerlerden söz etmez; fakat çocukta iyilik, güzellik ve vicdan gibi duyguların oluşumuna yardımcı olur. Emretmez ve baş eğdirtmez; böylece çocukta emretme ve baş    eğdirtme    davranışlarının    oluşumunu    engeller.    Öğretmen,    özgürlük    düşüncesinden    asla ayrılmayarak, tam bir özgürlük içinde hareket ederek çocukta ahlaksal duyguların oluşmasına örnekler göstererek yardımcı  olur. Öğretmen yaşamayı  öğretendir Rousseau’ya göre ama tüm bir  kitaptan da anlaşıldığı üzere öğretmen yaşamaktan ne anlıyorsa doğru yaşam tarzı da o olacaktır.
Kitabın  bundan  sonrası  Emile  için  uygun  bir  eş  arayışı  ve  örnek  insan  Emile’e  nasıl  bir kadının layık olduğu ile ilgilidir. Çoğu zaman ilerici ve farklı düşünerek çağına aykırı  düşmüş olan Rousseau’nun, kadınlar konusunda çağına uygun bir biçimde düşündüğü görülmektedir. Muhafazakâr bir çerçeve içinde, uysal, annelik görevinin bilincinde, sadık bir eş olacak Sophie’yi ismine varana dek kendisi kurgulamakta ve zavallı, gözleri henüz  açılmamış Emile de bunu kabul etmektedir. Çünkü şimdiye kadar olduğu gibi şimdi de “bilge” öğretmeni en doğru kararı vermiştir.Rousseau’nun eğitim ülküsü, çocuğun doğal özgürlüğünün korunması ve buna ek olarak içsel (manevi) özgürlüğünün geliştirilmesi olarak tanımlanabilir. Rousseau kitapta kendisini “biçare bir öksüz” olarak tanımlamaktadır. Buradan yola çıkarak Emile’i  geleceğin  toplumunun  insanı  olarak  hedeflemesi  dışında,  Rousseau’nun  Emile  ile  kendini özdeşleştirerek kendi yaşayamadıklarını ona yaşatmak istediğini düşünmek de mümkündür.
Emile,  Rousseau’nun  ikinci  romanıdır  ve  yazarın  insanların  eğitimi  ve  kültürel  gelişimleri hakkındaki düşüncelerini yansıtıcı niteliktedir. Rousseau başkalarının koyduğu kurallara göre eğitilen insanların özgür olamayacağını ve köleleşeceğini savunur. Emile’in hayatına on iki yaşına kadar hiç kimse karışmaz. Yalnızca doğayı gözlemleyerek büyür ve din, ahlak, bilim ya da sanat konusunda bir şey öğretilmez. İlk gençlik döneminde ise bilgilerin aktarılmasına başlanır ama bu bilgiler kitabi bilgi değil gözlem ve deneylerle elde edilen bilgilerdir, yani yaşayan bilgilerdir. Böylece Emile’in hayal ve muhakeme gücü gelişir. Okutulan roman da Daniel Dafoe’nun Robinson Crusoe adlı eseridir. Dafoe, bu  eserde  hem  doğal  insanın  davranışlarını  hem  de  bir  küçük  burjuva  insanının  dünya  karşısında rüştünü nasıl kanıtladığını anlatmaktadır.
Genç bir insan haline gelen Emile için sırada ruhsal eğitim vardır. Dostluğun erdemini, acıma hissini,  insanlarla  eşit  ilişkiler  kurmayı  ve  dinsel  inançları  (burada  Rousseau’nun  anlattığı  Tanrı inancının,  kilisenin  dogmatik  öğretisiyle  çeliştiğini,  çok  daha  insani  bir  din  tasarımı  olduğunu söyleyebiliriz) öğrenecektir. Sonrası da Emile için uygun bir eş olan Sophie ile tanışma ve evliliktir.
Rousseau böylesine radikal bir eğitim paketi ile adeta bir eğitim ütopyası oluşturmuştur. Emile toplumdan  yalıtık  bir  doğal  insandır.  Çocuğun  bu  tarz  özgürlüğü  her  şeyin  nötr  olduğu  bir  ortam gerektirmektedir.  Oysa  maddi  ve  sınıfsal  farklılıklar  içerisinde  dünyaya  gelen  çocukların  böyle  bir eğitim alabilmeleri, alsalar bile toplumdaki farklılaşmanın önüne geçebilmeleri oldukça zordur. Zaten Rousseau’nun amacı da, var olan eğitim biçiminin insanlar üzerindeki olumsuz etkisini göstermektir. Avrupa’da 18. yüzyılın ortalarına dek, örgün ve yaygın eğitim kurumlarında verilen eğitim, eğiticilerin öğrenciler üzerindeki kesin  egemenliğine dayanıyor ve öğrencilerin mevcut toplumsal düzenin devamını sağlamak için  zamanın toplumsal gereksinimlerine göre eğitilmelerini amaçlıyordu. 1888 yılında W. Dithey’e göre, eğitim toplumun bir fonksiyonuydu ve eğitimin hedefleri toplumun hedeflerinin aynısı olmalıydı. Fransız sosyolog E. Durkheim da  eğitimi toplumun fonksiyonu  olarak görmeye devam etti. Eğitimin amacı toplumsallaşmayı sağlamasıydı. Eğitim-toplum ilişkilerine böyle bir  bakış  açısı,  insanın  tamamen  toplum  tarafından  biçimlendirildiğini  kabul  ediyor  ve  onu,  toplum düzeni   içindeki   sosyal   rollerden   kendisine   uygun   düşeni   seçip   oynayan   bir   “oyuncu”   olarak görüyordu.  Önce  Alman  Fichte,  sonra  da  demokratik  düşünce  açısından  onunla  kıyas  götürmeyen Amerikalı  Dewey ile  bu  düşünceler  değişti. J.Dewey 1899’da  yayınladığı  “Eğitim  ve  Toplum”  adlı eserinde,  eğitim  sistemini  toplumsal  değişimin  doğrudan  doğruya  bir  aracı  olarak  kabul  etmiş  ve toplumsal reformların yapılmasını okullarda verilen eğitimle olanaklı görmüştür. Ancak Rousseau’nun Emile’de vurguladığı, eğitimin yönlendirici etkisi bu gün de “devletin ideolojik aygıtları” adı altında uygulanmaktadır. Bu gün de çağdaş eğitimciler, eğitimin düzene uygun insanlar yetiştirme işlevinin farkındadırlar.
Eğitim-toplum  ilişkisinin  değişmesinde,  özellikle  de  din  olgusundan  bağımsızlaşmasında  en önemli  isimlerden  birisi  de  Rousseau’dur.  Rousseau,  insanın  doğuştan  getirdiği  saf  doğasını  temele alan bir eğitim teorisi geliştirmiştir. İnsan doğduğunda temizdir, ancak feodal toplum ve onun eğitim dahil  kurumları çocuğun temizliğini  ve ahlakını bozmaktadır. Oysa eğitim, toplumun dinsel, felsefi, ahlaki ve politik sistemlerinin çocuğa kabul  ettirilmesi değil, onun serbest ve doğal gelişimini sağlayıcı bir düzen olmalıdır. Rousseau’nun eğitim anlayışını, toplum anlayışı ile birlikte ele almak gerekir. “Doğaya  geri  dönme” şeklindeki  eğitim  görüşü,  toplum  düşmanı  bir  görüş  değil,  sosyal eşitsizliğe ve çatışmalara yol açan o zamanki eğitim ve toplum düzenine bir tavır alıştır.
Rousseau’nun  açtığı  bu  çığır  daha  sonra  da  devam  etmiştir  ve  bu gün  de  temsilcileri bulunmaktadır: M.J.A. Concordet,   I. Kant,   W. Humboldt,  K. Marx, S. Freud,  W. Reich, H. Marcuse, J. Habermas.  Bu  düşünürler,  eğitimin,  insanın  kendini  gerçekleştirmesine  ve  haklarını  elde  etmesine yardım  etmesi  gerektiğini  söylemekte  ve  genellikle  ütopyalar  şeklinde,  çocuklar  için  daha  iyi  bir toplum  kurulmasını  hayal  etmektedirler.  Eğitim,  çocukları  ve  gençleri  toplumsal  ve  geleneksel bağlardan  kurtarmalı  ve toplumsal  yapı  eğitim tarafından  belirlenmelidir. Eğitim bir  yandan toplum düzenini ve kültürünü çocuklara aktarırken (ki toplumsallaşma böyle sağlanmaktadır), bir yandan da ileriye  dönük  olumlu  değişiklikleri  yapabilecek  güç  vermelidir.  Toplumsal  dönüşümler  ancak  böyle yaşanabilir.
Edebiyat  alanında  da  Rousseau’nun  başını  çektiği  “romantizm”  akımı,  Avrupa  entelektüel yaşamını oldukça etkilemiştir. Bu dönemin edebiyatı (Almanya’da Schiller ve Goethe) hep romantizm
ile yoğrulmuştur. 19.yüzyılda Tolstoy’un da Rousseau’dan etkilendiği görülmektedir. Mevcut hayata bir  tepki, eskinin pastoral yaşamına bir  özlem olarak özetlenebilecek romantik anlayış, Aydınlanma döneminin  erken  modernizmine  sert  bir  eleştiridir.  Ancak  çözüm  önerileri  (yani  doğaya  sığınmak) koşulların çetinliği karşısında oldukça çocuksu kalmaktadır.
Rousseau,  insanlığın  kurtuluşunu  doğaya  dönmekte  görmektedir.  Ama  bu  dönüş  Voltaire’in anladığı gibi değildir yani amaçlanan durum “iyi vahşi”yi yaratmak değildir. Yapılacak iş “şimdiki” düzende  doğa  insanını  yeniden oluşturmaktır  ki  bu  da  bireyin  ve  toplumun  düzeltilmesiyle olasıdır. “Nasıl bir toplum?” sorusunun cevabı “Toplum Sözleşmesi” ile “Nasıl bir birey?” sorusunun cevabı da “Emile”  ile  verilmektedir.  Aile  ve  öğretmen  ideal  bireyi  yetiştirecek,  aynı  amaçla  yetiştirilen  diğer bireyler de birleşerek en iyi toplumu yani Rousseau’nun deyimiyle ulusu oluşturacaktır. Rousseau’da bireyden ulusa varan bir düşünce evrimi vardır ve bu evrimi etkileyen en güçlü öge de eğitimdir.
Kant da, Rousseau’dan oldukça etkilenmiştir. İnsanın daha iyi, daha mutlu ve daha özgür olması için aklın aydınlığı ve sürekli ilerlemesinin yeterli olacağı konusundaki naif güveni Rousseau’dan sonra sarsılmıştır. Kant, Rousseau’nun doğal hayat hakkındaki düşüncesinin,  insanın doğal duruma gitmesini değil, şimdi ulaşılan düzlemden geçmiş üzerine düşünülmesini amaçladığını söylemektedir.  Kant’a  göre  Rousseau  Emile  ve  Toplum Sözleşmesi’ni  yazarken  şunu  düşünmüştür;
Kültür ve insan doğası birbiri ile uyuşmuyorsa, kültürün ne tarzda bir gidişi olmalıdır ki, insanlıktaki bu iki yön artık birbiri ile çatışmasın? İnsanlık zaman içerisinde giderek daha yüksek bir ahlaki düzeye ulaşacak ve böylece şimdi yapay görülen kültür, insan için bir doğa yerine geçecek ve çatışma ortadan kalkacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder